Türkiye’nin siyasal hayatında oluşturduğu travmatik etkiler kadar ülkenin kültürel ve sosyolojik ortamına yönelik belirleyici nitelikler taşıyan darbe tarihimiz içerisinde özellikle 12 Eylül’ün ayrı yeri söz konusu. Kendinden evvelki 27 Mayıs Darbesi ve 12 Mart Muhtırasının toplumda meydana getirdiği olumsuz etkilerinin çok daha küçük çevrelerde şekillenmesine karşılık 12 Eylül 1980 sabahından itibaren yaşananlar sadece siyasal merkezleri değil, ülkenin tamamında etkileri uzun yıllar sürecek neticeler ortaya çıkardı.
Dolayısı ile bu etkilenme politik kimlikler taşıyan kişi ve grupların yanı sıra ülkenin ekonomisini, kültürel ortamını, edebiyatını, sinemasını ve müziğini de içine alarak toplumun geneli üzerinde, olumsuz izlerini çok yıllar sonra bile hissedebileceğimiz fotoğrafların görülmesine sebep oldu. Özellikle 1980’lerin ilk yarısı ülkede yasaklamalar ve yaşanan olağan üstü hal gerekçesi ile büyük bir suskunluk vardır. (Bütün bu tespitleri yaparken 80 öncesi Türkiyesinin siyasal taraflarını temsil eden politik adreslerin ürettiği ve adeta argümanlar üzerinden kutsadığı şiddet ve bu şiddetin kontrolsüz biçimde sokağa taşmasının eleştirisi de ayrı bir yerde durmaktadır ve 2017 yılı itibariyle bile ilgili adreslerin kendi şiddet tarihleri ile hesaplaşmayıp, topluma bir özeleştiri sunmadıklarını söylemeliyim). Bu suskunluk halinin 1970’ler boyu arayış içerisinde ilerleyen müzik ortamının gelişimini büyük ölçüde engellediği, kimi sanatçılara uygulanan sahne yasağı, kimi sanatçılara yönelik takibat ve hatta taşıdıkları politik kimliklerinden dolayı tutuklamalar sebebi ile üretimin nerede ise durma noktasına geldiğini belirtelim. Cem Karaca gibi modern Türk müzik tarihimizin en belirleyici karakterlerinden birisinin mesela vatandaşlıktan çıkarılması, Ozan Arif ve Zülfü Livaneli gibi temsiliyetleri bulunan önemli isimlerin kendilerini yurt dışında ikamete zorunlu hissetmelerinin yanı sıra Bülünt Ersoy’a dahi uygulanan sahne yasağı bahsettiğimiz bu susma halini anlamamızı gerekli kılacak sanırım en simgesel olaydır.
Sanatçılar üzerindeki bu büyük basıncın etkisi ile hemen çoğu yapımcı firmanın albüm çıkartmadığını, özellikle 1980’lere doğru müziğin sektör olarak merkezini elinde tutan Unkapanı’nın (İMÇ) üretiminin neredeyse durma noktasına gelmesinin meydana getirdiği havanın müzik tarihimiz açısından büyük ölçüde kayıp yıllar biçiminde değerlendirildiği tartışma götürmez. Dolayısı ile kendi sivil alanı içerisinde arayışlar ile sürüp gelen ve devletin politik müdahalesinin (Müzik Devrimi uygulamaları ve devletin resmi müzik görüşü) dışında gelişim kanalları bulmaya çalışan müzik piyasası 1980’lerin ilk yarısı çok nadir örnekler dışında büyük bir suskunluk hali yaşar.
Bahsettiğimiz bu nadir örneklerin başında ise bence modern müzik tarihimizin en önemli isimleri arasında yer alan Ergüder Yoldaş’ın bestelerinden oluşan, müzikal düzenlemelerini de yine kendisinin yaptığı, 1981 tarihini taşıyan ve Nur Yoldaş’ın okuduğu “Sultan-ı Yegah” albümüdür. Özellikle geleneksel müzik birikimimizin modern zamanlara dönüşümü açısından çok tarihsel bir yerde duran bu çalışmanın kendisinden sonra yapılacak olanlara adeta bir eşik koyduğunu söyleyebiliriz.
Tabi bu arada tarihsel misyonu gereği(!) müzik üzerinde resmi bir adresi temsil eden TRT’nin o yıllarda tek kanal olması, “müzik denetleme kurulu” gibi saçma sapan uygulamaları gündemde tutması, gelenekçi kalıplar dışında ürünler ortaya koymaya çabalayanları yok sayması, kendisini tekrar ötmekten öte geçemeyen ve toplumsal karşılığını nerede ise kaybeden bu tutumunun 90’lara kadar devam ettiğini görürüz. Bu tekelci yapı ancak özel televizyon ve radyo yayıncılığının yapılma başlanabildiği 90’lardan itibaren kırılabilmiştir ancak. TRT’nin ekrana çıkartma kararı aldığı sanatçı ve müzik türlerinin ise 1980’lere kadar sıkışmış olan müzik birikimini yansıtmadığı ortadadır. 1960’ların sonunda ilk ürünlerini vermeye başlayan ve 70’lerde kendi özgün kimliğini bulan arabeski mesela TRT kasıtlı biçimde hiç görmemekte, albümleri milyonlar satan Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur başta olmak üzere toplumsal karşılıkları büyük kitlelere ulaşan böylesi isimlere kapısını sürekli kapalı tutmaktadır. Bütün bu yasaklamalara ve yok saymalara rağmen arabesk 1980 sonrasına da belirleyici bir tür olarak girdi ve takip eden on yıl boyunca farklı bir evreye geçerek tam anlamı ile popüler müziğimizin temel adresi oldu. Eğer 90’ların ortalarına kadar Türkiye’de “pop müzik” nedir diye soracak olursak onun karşılığı hiç tartışmasız bana göre “arabesk”tir.
Bence 1980 sonrasının en simgesel ismi Sezen Aksu’dur. Yani Türkiye’nin hem sosyolojik dönüşümü hem de müzikal anlamda nereye doğru evrildiğini anlamak için bakılacak ürünlerin başında Aksu’nun 80’lerin duygu hatırasına damga vuran albümleri geliyor. Atilla Özdemiroğlu imzasını taşıyan “Firuze”(1982) çalışması, ardından şekil bulacak pop müzik kanalının belirleyici standartlarını inşa etti denilebilir. Türk müziğinin formlarından uzak ve sentetik bir ürün havuzu oluşturan ve adına anlamsız biçimde “Türk Hafif Müziği” denilen örneklerin toplumun müzikal kültürünün dışında kalan seslerde dolanıp durmasının mesafesini aşarak “yerli” arayışın izini süren önemli çalışmaların başında geliyor bu açıdan “Firuze”. Dolayısı ile bu albüm ve beraberinde “Sultan-ı Yegah” 1980’lerin ortalarından itibaren biçimlenen ve ayaklarını bu topraklara basan pop müzik arayışlarının eşiğini belirleyen albümlerdir diyebiliriz. Ki, Aksu’nun 1984 yılında yayınladığı ve Onno Tunç imzasını taşıyan “Sen Ağlama” da bu form üzerine yürüyen bir çalışmadır.
Ancak bütün bunlara rağmen 1985 yılında (tam da 80’lerin ve dönüşümün ortasında) İbrahim Tatlıses’in Bayar Müzik etiketi ile çıkardığı (Bayar Müzik vurgusunu özellikle yaptım. Çünkü 80 sonrasının özelde arabesk ve ama genelde müzik sektörünü belirleyen ve etkileyen iki kardeş olarak Burhan ve Uğur Bayar’ın üretti besteler, yönetmenliklerini yaptıkları albümler ve birçok sanatçının çıkışına öncülük ettikleri yapımcı firmaları ile çok önemli olduklarını düşünüyorum) “Mavi Mavi” albümü ve ardından yine aynı firma etiketi ile yayınladığı “Gülüm Benim” albümü müzikal altyapı bakımından müthiş derecede belirleyici oldu. Her iki albümde de çok nitelikli besteler ve düzenlemeler buluruz. Ki bu eserlerin önemli bir kısmı bugünlerde “Burhan Bayar Şarkıları” ismi ile yeniden yorumlanarak arşivlik bir albüm halinde sunulduğunu hatırlatayım.
Tabi bütün bu popüler çizginin dışında müzikal yenilik ve arayış kaygısı güden, 1980 sonrası toplum üzerindeki ağır baskı karşısında estetik bir muhalefet üretme kaygısı taşıyan iki önemli müzik topluluğundan da bahsetmek gerekli. Bunlardan birincisi 1983 yılında ikinci çalışması “Akdeniz Akdeniz”i yayınlayan Yeni Türkü, diğeri de Ankara’da kurulan bu müzik grubunun İstanbul’a gitme kararı alması neticesinde Ankara’da kalan Etfal Küçük’ün oluşturduğu Çağdaş Türkü Topluluğu’dur. Bütün dünyada yerel motifler ile şekillenen “Yeni Türkü/Şarkı” akımının uzantısı biçiminde değerlendirebileceğimiz bu iki topluluğun öncü ve nitelikli çalışmaları ile ardından gelen çoğu isme ilham verdiğini söyleyebiliriz. Bu iki grup şu açıdan da önemlidir: 1970’lerin özellikle sonuna doğru şiddet sarmalı içerisinde politik söylemin kolaycılığına sığınan ve adeta müzikal bir sıkışma yaşayan müzik ortamından farklı olarak bu iki grup ürettikleri muhalif söylemlerini oldukça estetik sözler üzerinden kuran saygın bir alan oluşturdular. Çağdaş Türkü’nün 1986 yılında yayınlanan “Bekle Beni ve ardından çıkan “Delikanlıya” albümleri müzikal altyapıda kullandıkları sesler bakımından da öncüdür.
1980’lerin ikinci yarısı ülkenin yeniden demokratik sürece evrilmeye çalıştığı ve darbecilerin toplum ve aynı zamanda müzik sektörü üzerindeki baskılarının göreceli biçimde azaldığı zamanlardır. Bu göreceli özgürlük süreci çoktandır susmakta olan muhalefet seslerinin yavaş yavaş yükselmesine imkan verdi. İtiraz sesinin geniş kitlelerce karşılık bulduğu en öneml
i isim hiç kuşkusuz 1985 yılında “Ağlama Bebeğim” albümü ile Ahmet Kaya’dır. Sonrasında tabi benzer birçok isim ortaya çıktı ama politik solun en popüler ismi bu açıdan Kaya oldu.Bence 1980 sonrasının en ilginç müzik hareketi ülkücü camiada yaşanan gelişmelerdir. 1989 yılında Hasan Sağındık’ın çıkardığı “Yusuf Yüzlüler” kaseti, kendi camiası içerisinde ortaya konan en şiddetli 12 Eylül ve sistem eleştirisi yapan albüm olarak nitelenebilir. Burada biçimlenmeye çalışan muhalefet dilinin hiç durmadan 28 Şubat günlerine kadar uzandığını ve Sağındık’ın o dönem yayınladığı “Adamlar”(1998) isimli albümünün müzik sektöründe bu post-modern darbeye karşı sesini yükseltebilen nerede ise tek çalışma olduğunu belirtelim.